Nazım'a Yolculuk...

1999-12-15

vurulursa bir kuş
uçarken havada,
vurulduğunu bilmez,
uçmaya devam edermiş.
bir süre daha…


nazım’a yolculuk


istanbul, 2000




leylu’ya


1/.

ilk söz, yolcuya dair

o’nu moskova’da tanıdım.
‘arbat’ın türkleri’ diye bir dizi peşinde koşarken rasladım o’na. mart’ın son günüydü. salaş bir café köşesinde, votka yudumlayarak notlarımı gözden geçiriyordum. karışmış saçı-sakalı, bitkin-pejmürde, bakışları masamdaki yarılanmış votka şişesinde, gelip oturdu yanıma. sessizce ve teklifsizce.
‘benim de bir hikayem var’ dedi.

biraz votka ile ısıttık dostluğumuzu. hayatını içiyordu sanki, her dikişte.
adını sordum. unuttum, dedi.
herşeyi unutmuş bir adamdı…

2/.

önce kendimi unuttum
adımı, adresimi ve telefon numaramı
unuttum masalları, şarkıları ve dansları
bahçemde açan çiçekleri, dalıma konan kuşları
unuttum dostlarımı, aşklarımı ve düşlerimi
denizin, gökyüzünün ve uçurtmaların rengini
çok şükür unuttum. unuttum herşeyimi…

3/.

adam ayağa kalktı. elini paltosunun cebine attı. sarı bir zarf uzattı.
dedi, unuttuklarım burdadır. ve unutamadıklarım.
dedi, yazdıklarım burdadır. ve yazamadıklarım.
sesi titredi ve söndü. yürüdü ağır adım…

günlere gün ekledim, cadde sokak, café bar aradım durdum.
o’nu bir daha görmedim. ne o’nu, ne o’nu tanıyan birini.
umudu tüketip unutmaya yatmıştım; o’nu ve bıraktığı sarı zarfı.
sonra birgün, bir düş kondu yüreğime…

4/.

yağmurlu bir gündü. yolda bir adam yürüyordu. adam yalnızdı. adam yorgun.
yüzü gergindi. bakışları durgun. yürüyordu. yürüyor gibi ayaklarını
sürüyordu. yürüyordu. yürüdükçe yağmura dönüyordu.

adam, bir dükkanın önünde durdu. yüzünü vitrine döndü. bir vitrine baktı, bir vitrindeki kendine. bir sigara yaktı. derin bir nefes çekti. başını salladı, bir fikri onaylamış gibi. kalabalığa baktı, bir tanıdığını görmüş gibi. adam kavşakta durdu. arabalara baktı. yağmurun akıp gittiği yola.
bir adım attı. bir adım daha attı, adam.
adam yağmur oldu. yağmur, adam.
yağmur adamdı, adam…

5/.

uyandım, düş böyle bitti.
nisan’ın ondördüydü. sabahın dördü. bir sigara yaktım. sarı zarfa baktım.
dışarda yağmur sesi. ve yağmurun sesini yırtan bir siren sesi.
uyandım, bekleyiş böyle bitti.

sarı zarfı masaya döktüm. sözler, sözcükler uçuştu.
yollar vardı ve yolculuklar. tarihler ve olaylar…
kentler vardı ve adlar. aşklar ve düşler…
yaşam vardı ve ölüm. biraz umut ve birazdan fazla hüzün…

sabah alacası
masamda bir şişe rus votkası ve bir paket american sigarası.
sözleri/sözcükleri, aşkları/düşleri, umutları/hüzünleri dizmeye başladım.
bundan sonrası
herşeyi unutan adam’ın kaybolan sesidir.

moskova, 1999

6/.

düşerim yollara

göçmen kuşlar gibiyiz

bazen, küçük bir köy evinden kanatlanır yüreğimiz
yüce bir dağ olmak isteriz. ya da sonsuz bir deniz
düşeriz yollara
düşerim yollara…

bazen, büyük bir kent ücrasında yankılanır sesimiz
özgür olup koşmayı, rüzgar olup esmeyi düşleriz
düşeriz yollara
düşerim yollara…

hendek, 1969

7/.

bir yol hikayesidir bu
nazım’a yolculuğun hikayesi…

devir altmışyedi(li)ler, altmışsekiz(li)ler devri
lakin benim için, henüz ilkokulun ilk yılları
çocuktum işte,
vurgundum şiire
bir de,
vurgundum ön sırada oturan kıza
akşam yazılıp sabah bozulan türdendi şairliğim
amma sevda konusunda maymun iştahlı değildi yüreğim
hala gözümdedir, badem gözleri
bal koyusu bukle saçları
ve
güldükçe koyulaşan minik, muzip çilleri
bence tommiks’in suzi’sine fark atardı güzelliği…

8/.

aslında bunlar değildi yüreğimi çalan
beni benden alan,
çocuk yüzlü hüznüydü, küsüp ağladığı zaman.
işte o an,
bakınca yüzüne,
yüzünü benzetirdim
salkımsöğütün müebbet hüznüne…

9/.

o’na bir şiir yazmak istedim
o’nu bir şiire yazmaktı, asıl istediğim
-ağlama salkımsöğüt ağlama…
böyle başladım amma
dahası gelmedi kıt aklıma
günler, haftalar uykusuz kaldı gözlerim
fazlasını yazmayı beceremedi kalemim
en iyisi öğretmen hanıma anlatmaktı derdimi
o bilirdi bilmediklerimi.
gel, dedi gülümseyen yüzü
dinlerken derdimi, parlıyordu gözleri
ertesi gün, elime tutuşturdu bir defter
ilk sayfasına yazılmıştı bir şiir,
salkımsöğüt’e dair.
oturdum, bir solukta okudum
bin soluktu, okurken soluduğum.

“…ağlama salkımsöğüt ağlama
kara suyun aynasında el bağlama
el bağlama. ağlama…”

10/.

çocuktum işte,
kıskançlık basmıştı yanaklarımı
öğrenmeliydim bu şairin kimliğini…
teneffüste sokuldum öğretmen hanımın yanına
söyleyin, dedim. kim yazdı bu satırları bana
dedi,
bu şiiri yazan nazım adında biridir
dedi,
nazım şimdi çok, ama çok uzaklardadır
dedi,
nazım’ın evi moskova’da bir çınar dibidir

11/.

kafam karışmıştı, ayrılırken öğretmen hanımın yanından
lakin hınzır bir düşünce geçmişti, aklımın bir ucundan.
ders bittiğinde,
elim salkımsöğüt’ün elinde,
oturduk herzamanki yerimizde.
dedim ki,
dinle, bir şiir(im) var sana
başı omzumda, okudum şiiri(mi)
ağladı.
dedim ki,
ağlama salkımsöğüt.
başım omzunda, okudu şiiri(ni)
ağladım.
dedi ki,
ağlama beyaz atlı.

çocuktuk işte…

12/.

yeni dizeler istiyordum öğretmenden
yeni dizeler geliyordu nazım’dan
böyle geçiyordu günlerim
beyaz atlılar gibi koşar adım
başlamıştı nazım’a tutkulu yolculuğum.
koşarken nazım’ın peşinden
güneşe dek uzanırdı düşlerim
salkımsöğüt gelebilsin diye peşimsıra
bir şarkı tuttururdum, usulca.

-düşersen birgün ardıma,
güneş ülkesinde olacağım.
karlı yollarına değil dağların,
sıcak sahiline yönel denizin.
bak, kumsaldaki çıplak ayak izlerime.
dinle, dalgalar ulaştıracak sana sesimi.

13/.

ürkerdi, dinlerken sözlerimi
uzaklara, çok uzaklara dikip gözlerini
o da bir yol tuttururdu, düşler ülkesine.

-düşersen birgün ardıma,
düşler ülkesinde olacağım.
bakma öyle sessizce gittiğime,
söyleyecek daha çok sözü var yüreğimin.
bak, sabah alacasına damlayan ürkek güneşe.
dinle, rüzgar anlatacak sana hüznümü.

14/.

baharlar böyle geçti
yazlar ve güzler böyle
kışlar da böyle geçiyordu ki
o yıl hava çok karardı
önce salkımsöğüt hastalandı
karanlık büyüdü, güneşi rehin aldı
on iki mart günüydü, büyük fırtına patladı
köyde, kentte, sürek avı başladı
asık yüzlü adamlar sınıfa daldı
öğretmen hanımı kara tahtanın önünden aldı
günler geçti. giden geri gelmedi
yerini, eli sopalı bir adam aldı
haftalar geçti. gelen geri gitmedi
nazım’a yolculuk da şimdilik burada kaldı…

15/.

kara bir yıldı
güneş silinmiş, gökyüzü kapanmıştı
salkımsöğüt’ün hastalığı daha da artmıştı
okula gelmez oldu. okula gitmez oldum
başucunda nöbet tutup şiir okudum
dürüstlük adına itirafta bulundum
nazım’ı ve yolculuğu anlattım
dinledi. yüzü ıslaktı
baktı. gözleri uzak
dedi, bu yolculuk ikimizindi
sesi, en derin kuyudan daha derindi
sustu. kapadı gözlerini.

hastalık kemiriyor,
her geçen gün biraz daha eriyordu.

16/.

yağmurlu bir gündü
nisan’ın onüçüydü
otur, dedi yanıma
elimi tuttu, sıkıca
dedi, bir yola çıktık birlikte
yalnız kalırsan eğer bu yolculukta
yani,
düşersem ben bir kuş gibi
vurulmuş gibi kanadından
yola devam edecek,
beyaz atını güneşli günlere süreceksin
söz ver bana, var git yolun sonuna
var git beyaz atlı, dedi. var git
güneş ülkesinde beni unutma
düşler ülkesinde seni unutmam.

sustu. gevşedi eli. sustu. soğudu eli.

15/.

kara bir yıldı
varıp gitmeli,
beyaz atı güneşli günlere sürmeliydi.
bırakıp o’nu
küçük bir akarsuyun yamacına
ve bir salkımsöğüt dikip başucuna
düştüm güneş ülkesinin yollarına.
yüreğimin yarısını yağmura,
yağmurun yarısını o’na bıraktım.

-düşersen birgün ardıma,
yanında, yanıbaşında olacağım.
yanıltırsa eğer gözlerin seni,
yüreğine sor. yüreğin tanır beni
bak, aynada yansıyan sıcak gülüşüme.
dinle, yağmur mırıldanacak sana şarkımı.

hendek, 1971

16/.

büyük kent, büyük umut adına
tutunup bir rüzgarın kanadına
sürdüm atımı yetmişlerin ilk yıllarına
ilkyaz günleri gibiydi gençlik günleri
ateş gibi. güneş gibi
herşeye gücüm yetecekmiş gibi…

lise vardı. ve üniversite
yeni düşler vardı. yeni aşklar
romantizm vardı,
natalie wood gibi miyop bakışlar
sosyalizm vardı,
lenin gibi dünyayı sarsışlar

caddeler benimdi. meydanlar benim
nazım sesimdi. nazım yüreğim
izledim nazım’ı adım adım
yazılarda, sözlerde izini aradım
dostlarını
ve sahte dostlarını tanıdım…

17/.

bazen saf tutup yürürken sıranın ortasında
ya da direnirken bir fabrikanın avlusunda
kimileyin yatarken gözaltı koğuşunda
rüzgar olur koşarım yüreğimin peşine
yağmur olur düşerim sevdiğimin saçına

paralel düşler

yağmur yağar
kahire’de bir kadın yatağından kalkar
dokunur yağmura. nil’e bakar
keten şalını üstünden atar
çıplak beyaz bedenini yağmurda yıkar
kahire’de yağmur, limalı adam kokar.

yağmur yağar
lima’da bir adam çadırından çıkar
dokunur yağmura. and’lara bakar
yün pançosunu sırtından atar
çıplak esmer bedenini yağmurda yıkar
lima’da yağmur, kahireli kadın kokar.

yağmur yağar
istanbul’da ben yağmur olurum.

istanbul, 1977

18/.

düşe kalka sürüyordu yolculuğum
nazım’ın adresi moskova’da bir çınar dibiydi
benim oraya gitmim se devrime kalmış gibiydi
devrimi beklerken ha bugün ha yarın,
bir oniki eylül sabahıydı, erken
ihtilal geldi yeniden.
kışlalardan çıkan tanklar kentlere,
tanklardan çıkan postallar evlere daldı
onbinleri zapt-ı rapt altına aldı.

zabita kamil, işçi hasan, memur ramiz
artist mehmet, yazar hüseyin, tiyatrocu deniz
bir de gazeteci bendeniz,
aynı gece hasdal’a alınmıştık hepimiz.

19/.

hüseyin’in baba adı nazım’dı, ana adı hikmet
kışlanın komutanı bir binbaşıydı, tatlı-sert
nazım hikmet meselesi gözünden kaçmazdı elbet
böylece elektrikli çopla başlamıştı tutuklu hürriyet
bazen
paslı ranza kokusuydu,
yüreğimizi rehin alan
bazen
işkencede sakat kalma korkusu…

20/.

geceler uzun sürerdi hasdal’da
geceler soğuk, uykusuz ve uğursuz…
ne bir haber gelirdi dışardan
ne bir soluk çıkardı içerden
sevgiliye düş mektuplar yazardım, arada bir
arada bir, mektup yazmayı düşlerdim sevgiliye.

anlat bana…

bana kuşları anlat
minik yırtıcı gagalarını
ya da rengarenk tüylerini değil de,
kanatlarında gizledikleri özgürlüğü anlat
anlat bana özgürlüğü…

bana balıkları anlat
solungaçlarının sırrını
ya da pullarının ışıltısını değil de,
gözlerinde gizledikleri gökyüzünü anlat
anlat bana gökyüzünü… ./..

21/.

bana çiçekleri anlat
başdöndürücü kokularını
ya da coşkulu renklerini değil de,
güzelliklerinde gizledikleri hüznü anlat
anlat bana hüznü…

bana çocukları anlat
deli dolu çığlıklarını
ya da bebek yüzlü gülüşlerini değil de,
gözyaşlarında gizledikleri mutluluğu anlat
anlat bana mutluluğu…

bana kendini anlat
saçlarının yeni şeklini
ya da giydiğin elbisenin modelini değil de,
yüreğinde gizlediğin yalnızlığı anlat
anlat bana yalnızlığı…

istanbul, 1981

22/.

neyse ki çok sürmedi hasret
hasdal’a mümkündü artık ziyaret
ve miyop bakışlı sevgili çıkageldi nihayet.
geldiğinde iki gözü iki çeşmeydi
güldüğünde bakışları başka
o bana gökyüzünü ve özgürlüğü anlattı
ben o’na hasdal’ın soğuk ve yalnız gecelerini.

güneş öpüşü

uzun, upuzun bir kış
düşlerimde sıcak bir güneş
sarıyor beni
ateşli bir hastalık
ve bin yıllık hasret gibi
öpüyor beni
sevecen bir anne
ve tutkulu bir kadın gibi
yatağımda sırılsıklam
ve dudaklarım kupkuru
öpme güneş, öpme beni
kış bitmez olur
öpme güneş öpme beni
düş yetmez olur.

hasdal, 1981

23/.

hasdal’ın soğuk kışı
harbiye’de mehter marşıdır.
gayrettepe’nin filistin askısı
selimiye’de asker çizmesi…
geçer günler ağır adım
geçer paslı ranza kokusu
ve işkencede sakat kalma korkusu…

sonra yeniden günışığı, gökyüzü
dışarda herşey başka
dışarda herkes başka
ne çayın tadı eskisi gibi boğaz’da,
ne de martıların valsi
dostlar, dostluklar el değişmiş
bu kez fırtına büyük
fırtına sonrası sessizlik de…

hey nerdesiniz!.. dostlar
ses yok
hey nerdesiniz!.. yoldaşlar
ses yok
yürekler susmuş
herkes sinmiş. sanki silinmiş…
yalnızlık şarkıları revaçta
ve danslar…

24/.

paradoksal dans

ateşle dansederim
yüreğim ateş, ellerim buz

güneşle dansederim
gözlerim güneş, ayaklarım ıslak

rüzgarla dansederim
düşüncelerim rüzgar, kanatlarım kırık

sevdayla dansederim
düşlerim sevda, kollarım boş

dansederim herkes gibi
yapayalnız. bibaşıma…

bodrum, 1984

25/.

zor yıllardı
sonsuz terkedişler
ve terkedilişlerle yıkılıyordu
en sağlam kaleler.

kedim ve karım

bir kedim vardı. bir de karım
gözleri siyahtı, kedimin
siyahtı gözleri, karımın

bir karım vardı. bir de kedim
uzundu tırnakları, siyah gözlü karımın
tırnakları uzundu, gözleri siyah kedimin

bir kedim vardı. bir de karım
karımı kıskanırdı, tırnakları uzun gözleri siyah kedim
kıskanırdı kedimi, uzun tırnaklı siyah gözlü karım

bir karım vardı. bir de kedim
bir kedim, bir karım
karım ve kedim

istanbul, 1986

26/.

zor yıllardı
yükselen değerlerin değiştiği,
sisley’lerin sevincimizi,
benetton’ların gururumuzu
levi’s’lerin tutkumuzu rehin aldığı,
yüreğimizin tümden istila edildiği,
sisli puslu, zor yıllar…
salkımsöğüt’ün hüznünü özlerim
miyop sevgilinin gözlerini
özlerim yitik düşlerimi.

yitik düşler
-ayşe’ye
en çok çocuk yüzlü hüznünü özledim,
uzaklara, taa uzaklara bakıp giden gözlerini.
derdik ki, düş gezginleriyiz biz, yorulmak bilmeyen
derdik ki, ateş hırsızlarıyız biz, güneşe dek uzanan
yüreğimizin yarısı kendimize, yarısı herkeseydi
ağustos yıldızları kadar sonsuzdu düşlerimiz…

en çok çocuk yüzlü hüznünü özledim,
uzaklara, taa uzaklara bakıp giden gözlerini.
ah ne yazık, ne yazık bize. yenik düştük kendimize
kimimiz, parıltılı ofislerinde timsah şirketlerin
kimimiz, fısıltılı barlarında karanlık gecelerin
tükendi düşlerimiz. yüreğimiz. tükendik biz…

istanbul, 1987

27/.

zor yıllardı
zor da olsa yola devam etmeliydi.
nazım’ın evi moskova’da bir çınar dibiydi
benim oraya gitmem se mucizeye kalmış gibiydi.
bazen, koyup herşeyimi cebime
başka yollar ararım kendime.

koca cepli adam

adam
cebine biraz çocukluğunu koydu;
kökkuşağı uçurtmasını
ve bir parça üzümlü kekini.

adam
cebine biraz gençliğini koydu;
yaşama sevincini
ve romantik duygularını.

adam
cebine biraz umut koydu;
sevdiğinin resmini
ve bahar kokulu soluğunu. ./..

28/.

adam
cebine biraz hüzün koydu;
yitik düşlerini
ve iki damla gözyaşını.

adam
cebine biraz kendini koydu;
silik anılarını
ve yıpranmış kimliğini.

adam
cebine biraz güneş, biraz yağmur koydu
adam
uzaklara, çok uzaklara gitmeyi aklına koydu…

istanbul, 1988

29/.

sonra bilmem nasıl, neden,
gorbaçov, glasnost, perestroyka derken,
moskova yolları açılıverdi birden.

durur mu bu yürek
yola çıkmak vardı. sarp’tan geçmek
batum’da mola verip kahve içmek
nazım gibi hopa’ya bakıp iç çekmek…

devam etmek kıyı boyu kuzeye,
suhum’a uğrayıp şarap içmek…
merhaba, demek pitsunda sahillerine
bir çakıl taşı fırlatıp mavi sulara
ve biraz kumundan alıp, biraz tuzundan,
“hoşçakal kardeşim deniz" diyebilmek…

gagra yamacından karadeniz’e bakıp,
ve ev yapımı hurma votkası içip,
biraz oralı olmak vardı, biraz buralı…
ve abhazyalı şairlerin dilinden
nazım’ın şiirlerinden okumak vardı, bir ağızdan.

“…sara sımbılıriy,
uğara ğumbılıriy,
yışpaçurtsua alaştsarakoa alaşareh."*

(*) ben yanmasam, sen yanmasan, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa…

30/.

ve toplanıp eski suhum limanında
bakıp karadeniz’in uzak karanlığına,
hatırlamak vardı savaşları, sürgünleri…
karadeniz’e verilen onbinleri düşünüp,
ağıt yakmak vardı, dipsiz maviliğe.

deniz kardeşimi geri ver
-1864 çerkes sürgünü için
ey deniz, karadeniz
istemem çakılını, kumunu
istemem balığını, tuzunu
birşey
verebilirsen eğer,
kardeşimi geri ver
geri ver kardeşimi!..

ey deniz, karadeniz
istemem güzelliğini, nazını
istemem rüzgarını, şarkını
birşey
verebilirsen eğer,
sevdiğimi geri ver
geri ver sevdiğimi!..

ey deniz, karadeniz
yüreğin taş mı!..

suhum, 1990

31/.

ve gecenin bir vakti,
dönen olursa diye geri,
kayıp canlar bulsun diye yolu,
ateşler yakmak vardı kıyı boyu…
ve ışıklı buketler bırakıp mavi karanlığa,
umutla beklemek vardı, dönerler diye…

ey deniz karadeniz

ve sabah alacasında,
boş gözler, boş eller, boş gönüller olup
sitem etmek vardı, maviliğe.

ey deniz, karadeniz
yüreğin taş mı!..

32/.

oyalanmak vardı
bu ‘masal ülke’nin sığlıklarında,
bu gönlü büyük insanların dostluklarında.
ve bakıp kafkas dağları’nın karlı doruklarına,
kulaç atmak karadeniz’in bu uslu koylarında.
tadını çıkarmak, bağ bozumu şarapların
ve erik soslu sofralarda koyulaşan sohbetlerin…
düşler kurmak yeniden
ak düşler… ürkek düşler…

beyaz gemi
-khibla’ya
düşlerime beyaz bir gemi girdi
sabah güneşi kadar ürkek,
giriverdi gece karanlığıma
aydınlattı yüreğimi
usulca. dostca.

düşlerime beyaz bir gemi girdi
beyaz dumanlar puflata puflata,
beyaz köpükleri üstünde denizin
uzak kentlere giden,
uzak kentlerden gelen. ./..

33/.

düşlerime beyaz bir gemi girdi
güvertesinde güleç yüzlü insanlar
beyaz martılara el sallayan
pruvasında çocuk sevinçleri
beyaz yunuslarla dans eden.

bir gece, beyaz gemi dönmedi geri
bağırdım. beyaz gemiyi geri çağırdım
beyaz gemi!… beyaz gemi!..
bırakma beni. bırakma beni.
beni bırakma…

sabah oldu. beyaz gemi yoktu
akşam oldu. yok…
belki duydu, belki duymadı sesimi
beyaz gemi bir daha dönmedi geri
terketti düşlerimi. terketti beni.

gagra,1992

34/.

gece vakti geldi tanklar
savaş başladı, nazım.
füze parıltıları yırttı karanlığı
kadınlar ağladı, nazım.
ve çocuklar ve balıklar ve kuşlar…

savaş başladı
ve savaşı, şair adam anlattı.

savaş olmasın

çocuklar oyun oynar sokakta
havada roketler kartopu sanki
mermi gazoz kapağı, el bombası cigoz olmuş
okul desen, yerinde koca bir füze çukuru
çocuklar oyun oynar
oyun oynar çocuklar. akşam olmasın

kadınlar ağıt yakar evlerde
koca, oğul, torun cephede
uzakta obüs sesi. ufukta uçak parıltısı
komşu evden bir çığlık. gözyaşı sel olur
kadınlar ağıt yakar
ağıt yakar kadınlar. ölen olmasın. ./..

35/.

kuşlar kanat çırpar rüzgarda
bombalar uçuşur sağda solda
havan vızıltısı müzik olur
yarışmak kurşunla, dansetmek uçakla
kuşlar kanat çırpar
kanat çırpar kuşlar. öldüren olmasın.

balıklar gözyaşı döker denize
kara silüet denizaltılar av peşinde
füze parıltısı yırtar gece karanlığını
barut karışır denize. ve serseri mayınlar
balıklar gözyaşı döker
gözyaşı döker balıklar. savaş olmasın.

gudauta, 1992

36/.

savaş başladı
ve ölümler gördüm.
çocuk, genç, yaşlı ölümler
arsız, vakitsiz, habersiz ölümler
şafak vakti gelen ölümcül ölümler.

şafak vakti ölümleri
-mümtaz, birgül, bahadır ve adgur’a…

düşün ki, cephesindesin kör bir savaşın
belki yarın, belki yarından da yakın bitecek olan.
diyelim onbaşısın ya da rütbesiz bir partizan
gecenin pusunu atlatıp güne merhaba demek üzeresin
güneşin ilk okları yamaca vurmaya hazırlanırken,
sen, savaştan sonra evleneceğin nişanlını düşlersin
yüreğinde bugünü de yaşayacağım sevinci,
kuş seslerine gülümsersin.

tam o sırada, yani şafak sökerken tam
düşersin bir sabah avcısı keskin nişancının gözüne
şakağında uyku ılığı bir sızı, gözlerin açık yatarken yerde,
gelincik tarlasındaki çocukluğunu özlersin
aklın karıncalanır. yüreğin duymaz sesini
artık boşunadır herşey
ölümlerin en kötüsü yakalamıştır seni
şafak vakti geleni…
. . .
düşün ki, yolundasın ülkenin bir ucundan diğerine
belki bir, belki birkaç saat daha sürecek olan
diyelim bir otobüstesin, ya da bir kara trende
gecenin hüznünü geride bırakıp güneşi karşılamak üzeresin
yanından akıp giden bakır toprağa bakarsın
ve uzakta dalgalanan buğday denizine
yüreğinde, sevdiklerine yaklaşmanın sevinci,
yola koyulan bıldırcınlara el sallarsın.

tam o sırada, yani şafak sökerken tam
düşersin üç sütunluk bir kazanın pençesine
yanağında iki damla gözyaşı, başın sarkarken camdan dışarı,
denizi ve mavi sonsuzluğu özlersin
gözlerin kayar. ellerin söz dinlemez
artık boşunadır herşey
ölümlerin en kötüsü yakalamıştır seni
şafak vakti geleni…
. . .
düşün ki, yatağındasın yorgun kalp ağrılarının
belki bir, belki bin gündür çekmekte olduğun
diyelim evindesin yalnız, ya da el yurdunde bibaşına
silik anıları derleyerek geçirmişsin geceni
düşlerin, aşkların akmış gözünün önünden
mektup yazsam mı ya takılmış düşüncelerin
saatine baktın, beşi bulmuşsun
birazdan güneş dolacak odana

tam o sırada, yani şafak sökerken tam
azrail’in sol eli gelir bulur seni
vücudun kasılıp, soluğun tükenirken yavaş yavaş,
sevdiklerine birkaç söz etmek,
bir kez daha gökyüzüne bakmak istersin
artık boşunadır herşey
ölümlerin en kötüsü yakalamıştır seni
şafak vakti geleni…

moskova, 1999

39/.

savaş başladı
ve ölüler gördüm.
köylerde, kentlerde
sokaklarda, meydanlarda
ölüler gördüm savaşta ve barışta.

ölüler gördüm savaşta
-katya’ya
ölüler gördüm savaşta
kiminde kurşun yarası vardı
bir kadın gördüm,
uzanmıştı sokağa.
koşarken düşüvermişti sanki…
eğildim,
şakağında ince bir kan lekesi
gözlerine baktım
gözlerinin asılı kaldığı yöne baktım
gölgelerde kaybolan keskin nişancıyı görmedi gözlerim.

suhum, 1993

40/.

ölüler gördüm barışta
-birgül’e
ölüler gördüm barışta
kiminde sevda yarası vardı
bir adam gördüm,
uzanmıştı yatağa
birşey söylemek istemişti sanki…
eğildim,
sözleri asılı kalmıştı havada
artık çok geç, diyordu sevdiği kadına
merdivenleri koşarak indim
merdivenleri koşarak çıkan sevgiliyi görmedi gözlerim.

moskova, 1998

41/.

ölümler ve
ölüler görünce, nazım
ben de sevdim ölümü
ve usulca bekledim.

ölümü beklerken

ölürsem birgün bu ‘masal ülke’de,
bu özgürlük tutkunu insanların yurdunda,
bedenimi yakın.
mavisi bol bir günde,
küllerimi denize atın.
ağlamayın
üç şarkı söyleyin
üç şarkı…
biri güneşe. güneş anamdır
biri yağmura. yağmur sevdamdır
biri rüzgara. rüzgar kardeşimdir

gudauta, 1993

42/.

savaş bitti
ve savaşın bittiğini, şair kız anlattı.

zafer hüznü
-arda’ya
savaş başladı. savaş bitti
yıl, yüzyıl gibi geçti
çocuklar büyüdü cephede; gençler yaşlandı
anaların yüreği örselendi; babaların gururu
tükendi umutlar
ve gelinlerin gözyaşları…

savaş başladı. savaş bitti
yıl, yüzyıl gibi geçti
yürekler sınandı bir bir; onur sorgulandı
çocuk gülüşleri soldu; renkler silindi
talan edildi masumiyet
ve genç kızların ak düşleri…

savaş başladı. savaş bitti.
yıl, yüzyıl gibi geçti
artık hüzün zamanıdır. zafer kazandık biz…

suhum, 1993

43/.

savaş bitti
ve savaşın bittiğini, şair çocuk anlattı.

savaş bitti-I

savaş bitti
herkes birbirine koştu
çocuk anasına, adam karısına
yaşlı bir kadın. o da koştu
ah ne yazık. oğlu cephede ölmüştü
genç bir kız. o da koştu
sevdiğini arayan gözleri boştu
ve bir küçük köpek. sahibine koştu
koştu… koştu… koştu…

suhum, 1993

44/.

savaş bitti
savaşın bittiğini, şair kedi anlattı.

savaş bitti-II

-darya’ya
savaş bitti
şehir yeniden yaşama kavuştu
aylar sonra fırın önünde kuyruk oluştu
bir kadın ve bir çocuk, ön sırada yer tutmuştu
kadın parayı uzattı. çocuk ekmeğe uzandı
dokundu ekmeğe çocuk, okşadı ekmeği…
ekmeği okşadı çocuk,
dedi, ana ekmeye bak!..
okşadı ekmeği çocuk,
dedi, ana ekmek ne sıcak!..
savaş bitti
savaşın bittiğini şimdi anlıyordu çocuk
ekmeği okşadı
okşadı… okşadı… okşadı…

suhum, 1994

45/.

savaş bitti
düşmek vardı, yeniden yollara
bütün genç kızların kadınlığa büründüğü
bütün kadınların genç kızlığa soyunduğu
soçi sahillerine geçmek…
soluk alıp uslandırmak yüreği
sarıp sarmalamak yara bereyi
ve her tutkuda pişman olup
her pişmanlığı votka ile boğup
istanbul’u özlemek vardı
istanbul’u ve seni.

46/.

pazar kahvaltıları

sen’le pazar kahvaltılarımızı özledim.
onbirlerde uyanışımızı, tembel tembel ayaklanışımızı
sen çaya bak, ben ekmek-gazete alırım’larımızı
salonda, ak örtülü masaya kuruluşumuzu
güneşin camdan süzülüşünü
tam oturmuşken, telefon zırıltısını…

sen’le pazar kahvaltılarımızı özledim.
ikinci çayları kim koyacak didişmemizi
zakkum öbeğinde oynaşan kuşların cıvıltısını
boğaz’dan geçen gemilerin siren sesini
istavrit çeken çaparilerin ışıltısını
koltuğa taşan gazete-kahve keyfimizi…

sen’le pazar kahvaltılarımızı özledim.
pazar kahvaltıları bahane. seni özledim…

soci, 1995

47/.

anyalar, tanyalar, nataşalar
tuapseler, anapalar, yaltalar
iralar, vikalar, ninalar
odesalar, kievler, rigalar
leningradlar. leningradlar
yorgun kentler. şaşkın kentler. ürkek kentler

leningrad

kentler vardır
gezilecek, görülecek
kentler vardır
yaşanacak, ölünecek
ve kentler vardır aşık olunacak
leningrad sen hangisisin?

kentler vardır
genç bir kızın bakışı kadar sıcak
kentler vardır
bir ananın yüreği kadar ürkek
ve kentler vardır şarkılar söylenecek
leningrad sen hangisisin?

leningrad, 1996

48/.

kışlar, karlar, çarlar
rasputinler, jivagolar
kremlinler, arbatlar
puşkinler, çehovlar, çaykovskiler
illa ki leninler, troçkiler
kızıl, kızıl meydanlar
moskovalar… moskovalar…

nazım’ın gönül verdiği
nazım’ın vera’yı sevdiği
uğrunda geldiği, güldüğü ve öldüğü
moskovalar… moskovalar…

sokaklar, caddeler, parklar
yazarlar evi, ozanlar evi
ribakovlar, aytmatovlar, yevtuşenkolar
gece vakti volga şarkıları, kalinkalar
moskovalar… moskovalar…

‘karlı kayın ormanı’nda durdum
nazım’ın evine yüzümü döndüm
yüzümü vera’ya döndüm
moskovalar… moskovalar…

49/.

bir düş gördüm
bir kuş gördüm
saçında gümüş gördüm
çay, dedi. çay, dedim
sıcak kurabiyesinden yedim
kimbilir kaçıncı yolcuydum
ve kaçıncı ürkek yürek.

evi gezdirirken, yavaş yavaş
gözünde üç sıcak damla yaş
nazım burda çalışırdı, dedi
burda dostlarla sohbet ederdik
burda sevişir, koklaşırdık.

polonyalı kadınlar, dedi
nazi kampında dokumuşlar bu kilimi
her ipliği, gaz odasına gönderilen bir insanı anlatsın, diye
moskovalı işçiler, dedi
sendikada yapmışlar bu uzun dalga radyoyu
nazım, hasretini çektiği memleketinin sesini duysun, diye

bu resimler dino’dan
bu mektuplar robson’dan
enternasyonal bu plaketi verdi
bu boncuklar afrikalı bir anadan
ve bu çiçekler hiroşimalı bir çocuktan.

çay, dedim. çay, dedi
o bana nazım’ı anlattı
ben o’na nazım’a yolculuğu.

50/.

işte novadeviçiye
anıt mezarlar. mezar anıtlar
işte yolculuğun son durağı
heybetli bir granit
üstüne kazılıydı mavi gözlü silüet

uslu dur gözlerim*
ellerim uslu dur
uslu dur ey yorgun yürek.

nazım’ın evi moskova’da bir ağacın dibiydi
ama başucundaki çınar değil, nazlı bir kayındı
ve nazım’ı ha kucakladı ha kucaklayacak gibiydi
yanaştım. sokuldum usulca yanına.

(*) jodie foster’in “nell”deki performansından

51/.

dikti gözlerime mavi gözlerini
o, mavi gözlü dev adam.
anlatmamı bekledi, memleketin ahval-i vaziyetini
dedim, çocuklar hala doğmakta ve ölmekte
ve devran bir kağnı gibi ağır adım yürümekte.

diktim gözlerimi mavi gözlerine
ben, kahve gözlü küçük adam.
atlatmasını bekledim, salkımsöğütün hüznünü
dedi, benden sana bir öğüt
herkesin yüreğinde saklıdır bir salkımsöğüt
sevinç gibidir hüzün. ateş gibi. düş gibi
yüce dağ başında bir arkadaşla oturmuş gibi…

52/.

yüce dağ başında bir arkadaşla*

daha önce de oldu böyle yüce anlarım.
bir kez, yağmur altında yürürken parkta,
bir kez, yıldızlar altında yatarken çölde.
kimileyin, koşarken kar tanelerinin ardında.
ya da, oturup düşünürken olup biteni.
ama hep yalnız. kendi başıma…
bu kez yalnız değildim,
yüce dağ başında bir arkadaş vardı yanımda.
birşey yok, hiçbirşey yok bundan üstün
ömrümce görmesem de bir daha,
eh diyebilirim yine de,
bir kez orada bulundum.
orada, yüce dağ başında.
bir arkadaşla…

moskova, 1998

(*) ursula k. leguin’in “very far away anywhere else” kitabından değişiklikle.

53/.

bu bir yoldu. bir yolculuk
var git yoluna, demişti salkımsöğüt
varıp geldim yolun sonuna
yol bitti. bitti, nazım’a yolculuk

göçmen kuşlar gibiydik
düştük yollara
kanat açtık bir rüzgardan diğerine.

derler ki, vurulursa bir kuş uçarken havada
vurulduğunu bilmez,
uçmaya devam edermiş.
bir süre daha.
derim ki,
ben vurulduğumu bildim.
kandırıp yüreğimi, uçmaya devam ettim.
bir süre daha.

kardeşim rüzgar alırsa kanatlarının altına
yani, götürürse beni vurulduğum yere
yağmur olur düşerim sevdiğimin saçına.

54/.

derler ki,
nisan vakti, yağmur vaktidir
yağmur vakti, hüzün vaktidir
derim ki,
hüzün vakti, veda vaktidir

yağmur yağar
bilirim salkımsöğüt yağmura bakar
dokunur yağmura. yağmurun kalan yarısına
dokunur bana. yüreğimin kalan yarısına.

yağmur yağar
bakarım yağmura
bakarım salkımsöğüt’ün müebbet hüznüne
uzaklara, çok uzaklara bakıp giden gözlerine.

55/.

sevinç gibidir hüzün. ateş gibi
çıkılır en uzak yollara,
birazdan geri dönermiş gibi.

uzaklara…

düşlerimi yıkayıp anılarımı taradım
yataktan yeni kalkmış gibi.

sevinçlerimi çıkarıp hüzünlerimi giydim
yağmurda yürüyecekmiş gibi.

uzaklara, çok uzaklara gideceğim
az sonra dönecekmiş gibi.

moskova, 1999

56/.

sonsöz, yağmur adama dair

sözler, sözcükler burada bitmişti.
ensemde bir insanı hissettim. yüreğimde, gözyaşımda bir insanı…
bir insanı tuttum ellerimde. ve bir insanın elleri kaydı ellerimden…
biliyordum, artık herşey için çok geçti.

önüç nisan’dan buyana tam onyedi gün geçmişti.
yine de koştum. yağmur adam’ın peşine düştüm.
nazım’ın yattığı novadeviçiye. bekçiye tarifler, dil dökmeler.
‘evet’ler. ‘bir yıldır hemen hergün geliyordu’lar. umutsuz umutlar.
ama ‘iki haftayı geçti gelmeyeli’ler. yeniden umutsuzluk.

büyükelçilik. polis merkezleri. hastaneler. bilgi yok…
havayolu şirketleri. havaalanları. iz yok…
belediyeler. mezarlıklar. ve kimsesizler mezarlığı.
ondört nisan’dan beri yedi yeni mezar. kimsesiz. altısının kimlikleri kayıtlı. biri kimliksiz. isimsiz. ve gerçekten kimsesiz.
onüç nisan akşamı lenin bulvarı’nda araba çarpmış. morgda üç gün
bekletilmiş. yüzü tanınmayacak haldeymiş.

işte o’dur. o, herşeyi unutan adam. o, ellerimden kayıp giden küçük adam…
oturdum. ellerime baktım. boştu.
başucuna bir taş koydum.
taşa adını yazdım: “yağmur adam”

57/.

bütün gece barları dolaştım.
loş ışıklara ve votka kadehlerine uzattım ellerimi. baktım. boştu…
aklımı ve yüreğimi koydum ellerime. baktım. boştu…

sabah eve dönüp, eşyalarımı topladım. unuttuklarım burdadır ve unutamadıklarım, demişti adam. masamı topladım. sözleri, sözcükleri sarı zarfa geri koydum. ilk uçakla istanbul’a, oradan da yolculuğun başına döndüm. akarsuyun yamacında durdum.

baktım. yağmur yağıyordu.
baktım. salkımsöğüt, yağmurda saçını yıkıyordu.
baktım. salkımsöğüt’ün saçını, yağmur adam yıkıyordu.
bakın. belki siz de görürsünüz…

istanbul, 1999