Loreena'yı Sevmek…

2020-05-03

Ona ilk kez Ortaköy sahilinde rasladım. Doksanüçün kasımıydı. Güneşin, dışarda oturmaya davet edip sonra yüzüstü bıraktığı o yalancı yaz günlerinin bir öğleden sonrasıydı. Bir kafenin iskemlesinde, masamda soğumuş bir çay, elimde kendi kendini tüketen bir sigara, gelen-geçenin renkleri arasından Boğaz’ın turkuaz sularına dalmışken, arkamdan usulca seslendi. Bir meltem esintisi kadar hafif, ılık bir ses…

Hiç üstüme alınmadım, kendi iç dünyamın dalgalarından öte birşey duyacak halim yoktu. Bir savaştan gelmiştim. Karadeniz’in öte yakasında, Abhazya’da, Sovyetler’in çöküşünden hemen sonra ateşlenen bir savaştan. Burası, beş-altı kuşak önce, bir savaşla terke zorlandığım ülkeydi. Geri dönüşün ve köklerle kucaklaşmanın heyecanı bitmeden patlayan ve bir yıl kırkbeş gün süren bir savaş. Günlerin yıl, yılların yüzyıl gibi geçtiği acımasız bir savaştan. Çocukların cephede büyüdüğünü görmüştüm, gençlerin cephede yaşlandını. Korkunun, cesaretin, acının, öfkenin, hüznün, gözyaşının içinden gelmiştim. Bombaların sesi, ölen dostların görüntüsü, yıkanmıştım. Bombalar, mayınlar, uçuşan mermiler. Ölenler görmüştüm olduğu bir savaştan. Masumiyetin yitip gidişini, dostlarımın ölüşünü, insanların nasıl hunharlaştığını… Hava değişimindeydim. Dostlarımı kaybetmiştim, sevdiklerimi. Yanıbaşımda çocuklar ölmüştü, mecalim yoktu.

İlk albümünü (The Visit, 1991) dinlediğimde ‘işte aradığım liman’ dedim. O aralar, büyük bir fırtınanın gelgitlerinde yolunu kaybetmiş bir tekne gibiydim (pekçok kez olduğu üzere). Tutunacak bir ışık, sığınıp dinlenecek bir kuytu bakınırken, dinlenip nefeslenecek bir fırtınada, nereye gideceğini bilmeden savrulan bir gemi gibiydim. Yolunu şaşırmış bir gemi gibi.

Hırpalanmış, yaralanmış ruhların iyileştiricisi tamircisi…